Eli kalem tutan, zihni ve gönlü kâğıt kalemde olan sözün kısası yazar-çizer takımının birçoğunun kalemi eline alma süreci ve yazım dünyasında üzerine düştüğü meseleler, zihninden çok gönlünün bir talebidir. Dolup dolup da boşalamamanın, hayata her zaman farklı gözlerle bakabilmenin, yaşamını her zaman belli başlı bazı düsturlar üzere devam ettirebilmenin, dünyaya karşı haykıracak birçok ülkü ve idealin varlığı, ya da gönlünün ve zihninin kabul edemediklerinin isyanını ağız dolusu kusmak isteğinin neticesidir yazmak. Bazen de sadece yazma eyleminin sınırları içerisinde kalarak, hiçbir beklenti beklemeden, okunup okunamama gibi kaygılar taşımadan, çalakalem, gelişigüzel karalamaktır dünyasından kalemine akanları beyaz sayfaya. Fakat yine de belli bir amaç, belirli bir istikamet, çizilmiş bir yol mevcuttur her kaleme alınan yazıda ve yazarın havsalasında. Aslında tam da burada kendini ortaya çıkaran bir gerçeklik söz konusu ki; yazının nasıl bir yazı olduğundan ziyade o yazı sahibinin amaçladığı, yazısının arka planındaki zihinsel ve de içsel havasının beyaz sayfada ne kadar solunabildiği, duygularını, zihni yol haritasını okuyucuya ne kadar aksettirip, aksettiremediğidir. Ve hatta bunun da ötesi; okuyucunun zihin ve gönül haritasının yazarın göstermek istediği harita ile ne kadar ölçüşüp, ölçüşemediği veya yeniden, sıfırdan bir gönül ve zihin haritasına ihtiyaç duyabileceği gerçeğidir. Yani, okuyucuda bir sarsıntı, bir depreme yol açma ya da var olan zihni ve kalbi zenginliklerinin üzerine ne kadar daha birikim yapabildiği, onları gerçek manada ne ölçüde içselleştirebildiğidir. Şüphe yok ki, dünyayı gelen her insan önce okumayı, bunun sonrasında da yazmayı öğrenir. Okumadan yazmaya çalışmak, bandı geriye sarılmış bir film gibi ileriye değil de, sürekli geriye gitmek demek olur. Zaten okumadan, dünyayı meraklı gözlerle izlemeden ve de izlediği bu dünyada kendisini bir yere konumlandıramadan kalemi ele alabilmek pek de mümkün değildir. İlgi duyduğu, etkilendiği, düşünce ve gönül zenginliklerini bağdaştırabileceği, okuma aşamasında işte tam da budur diyebileceği yazarların varlığından bir haber olanın yazı serüvenine kalkışabilmesi güçtür. Zira bu durum, aslında bir alt-üst ilişkisi ve de uzayıp giden uzadıkça da genişleyen, çeşitlenen, zenginleşen bir silsile hadisesidir. Zannetmeyin ki, koca koca laflar eden, ciltler dolusu eserler ortaya koyan yazarlarımız durup dururken yazmaya, çizmeye başladılar. Her birinin kendi içinde içselleştirdiği, yolunu benimsedikleri ustaları, pirleri mevcuttu şüphesiz. Şurası su götürmez bir gerçek ki; dolmadan taşmaz insan. Zihin kotasını doldurmadan, belli bir olgunluğa erişemeden, bir de gönlünün sesini algılayamadan, beyaz sayfayla yüzleşmeye cesaret edemez. Ne bileyim bir Necip Fazıl Üstad’a hayranlık duyamayan, o “ Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” dediğinde mesela, şöyle bir irkilip de sarsılmayan veya Hasan Pulur’un o günlük gazete yazılarındaki sadeliği, duruluğu ve samimiyeti yakalayamayan veyahutta Ebubekir Abi’nin (Bekir Fuat) sıradanlığını, dostluğa ve muhabbete olan aşkını, en önemlisi de garipliğini ve garipliği iliklerine kadar sindirişini hissedemeyen, son olarak da önce vatanına, sonrasında bu vatandan dünyaya bakışını konumlandıramayan birinin yazı dünyası nasıl da kısır kalacaktır düşünsenize…
Samimiyet ile…
***
Söz Meclisi
Gönülden dökülebilmeli her bir cümle beyaz kâğıda
Zira ne kadar beyhudedir gönülde olmayanı çağırmak kalemin ucuna