Bugün her zaman ki gibi okuldan eve dönüyordum. Okuldan arkadaşlarla çıktık ve eve kadar yürümeye başladık. Daha sonra üst geçitten geçerek yolun karşısına geçtik. Kasabamızın geniş yollarından gidiyorduk hava güneşliydi, kuşlar bir taraftan cıvıldarken, diğer taraftan ciğerlerimize temiz havayı çekerek doğa’nın tadını çıkarıyorduk. Ve aniden bir ses duydum.
Sebahattin … Sebahattin…
Bu ses bir yerden tanıdık geliyordu. Evet, bu ses Elif hocaya aitti. Gözlerimi aştığımda meğerse derste uyuya kalmıştım. Aslında az önce yaşadıklarımın hepsi rüyaymış. Öğretmenimden özür dileyerek dersse katılmaya çalıştım, ama aklım dışarıdaydı acaba az önceki rüyayla gerçekler arasında nasıl bir fark vardı. Neyse ders bitmiş biz okuldan çıkmıştık, kasabamızın dar kaldırımlarından dikkatli bir şekilde arabalara çarpılmadan ilerledik. Daha sonra otoyola gelmiştik otoyolda ne bir üst veya alt geçit yaya geçiti bile yoktu. Dikkatli ve tedirgin bir şekilde otoyoldan geçtik. Ve yürümeye devam ederken gökyüzüne baktım. Hava da normalde güneş var ama güneş bize küsmüş gibi kara bulutların ardına saklanıyordu. O da haklıydı fabrikalardan çıkan dumanlar ona belki de zarar veriyordu. Derken kuş cıvıltıları yerine araba ve korna seslerine bırakmıştı. Değil nefes almayı sokağa çıkmaya dahi korkmuştuk artık. Ve artık takvimler 13 Mayıs’ı gösterdi. O gün öğleden sonra patlama sesine benzeye sesler duyuldu.
O patlamalara ilk başta hiç kimse aldırış etmedi, galiba bir araba tekeri patladı ya da madende dinamitle dağlar patlatıldı diye düşünüp herkes bu olayı normal karşılamıştı. Sonra dayımlara gittim ve işte olayın ciddiyetini o zaman anladım. Dayımlara gittiğim de ev halkının hepsi ağlıyordu sonra öğrendim dayım madende göçük altında kalmıştı. Herkes bir telaş içerisine girdi. Derken madene giden yolda ard arda konvoylar görülmeye başlamıştı. Bakanlar, başbakan derken olayın ciddiyeti iyice ortaya çıkmıştı. O zaman düşündüm sanki güneşin bu vahim olaydan haberi vardı, kara bulutlar ardındaki bulut artık iyice kendini gizlemiş sanki bir daha çıkmayacak gibi kaybolmuştu. Evde ki herkes dayımdan gelecek iyi bir haber bekliyordu. Derken saat 21:00- 22:00 gibi dayımdan haber gelmişti. Artık herkesin derin bir ohhh çekeceğini düşünmüştüm. Ama nedense kimsenin yüzü gülmüyordu. Sanki dayım bile kurtulduğuna sevinmemişti. Ve o madene geri dönüp arkadaşlarına yardım etmeye gitti. Ertesi gün vefat eden işçi sayısınız ilk olarak 35 daha sonra 72 daha sonra 110 derken 301 bir madenci şehit sayısını bulmuştu. Sanki dünya’nın kalbi o anlar sadece soma için atıyordu. Düşünebiliyor musunuz adamın biri Malatya’dan buraya otostop çekerek yardım etmeye gelmiş. O zaman anladım bu ülkede hala kardeşlik duygularının ölmediğini. Derken sarı saçlı sarı sakallı 3 adam madene doğru yürüyerek gidiyorlardı. Yanlarına gidip sizinde mi tanıdıklarınız göçük altında kaldı derken, adamlar bana anlamadığım bir dilde cevap verdiler. O zaman dedim ki sadece bu ülke de değil Dünya’da da kardeşlik duygusu ölmemiş. Aradan 1 hafta geçmişti ama hala Soma’nın yüzü asıktı. Bizim evin 2 sokak ilerisinde oturan bir arkadaşım vardı. Onun kaza esnasında babası göçük altında kalıp şehit olmuştu. Çocuğu ne zaman görsem boynu hep öne doğru eğikti. Bir gün yine onların mahallesinden geçerken yine onunla karşılaştık ve bu sefer onu durdurup ve şunları söyledim.
Sen şehit oğlusun niye boynun eğik önde geziyorsun babanı gururlandırman gerek unutma ki sen bir şehit oğlusun. Baban bir hiç uğruna ölmedi baban seni okutabilmek için, sana helal yedirmek istediği için baban senin ileride iyi bir yerde olman için çalıştı. Şimdi belki de senin bu halini görüyor ve bu duruma çok üzülüyordur. Sen şehit oğlusun titre ve kendine dön. Annenin sana çok ihtiyacı var dedim.
Kafasını kaldırıp biraz tebessümle haklısın ben şehit oğluyum dedi benim dimdik durmam gerek dedi. Ama onun o tebessümlü bakışı ve ağzından dökülen cümleler…
Sanki sanki konuşmadı da bir şarjör mermiyi boşalttı üstüme. Artık o mayıs ayı sanki bir ay değil de yıl gibi geçti. Okulda ne bir teneffüsse çıkıp oyun oynayan çocuk, nede derste bir kez de olsun tebessüm eden bir öğretmen vardı. Bu facia sonrası Soma’ya bir sürü yeni yeni yerler açıldı. Okulumuza Adana ve İstanbul’ dan abiler ve ablalar ziyarete geldi. Ama insan düşünmeden edemiyor, illa ki böyle üzücü bir olayın yaşanmasını gerekiyordu Soma’nın tanınması için veya Soma’ dada okulların olduğuna dair illa ki böyle bir olay mı gerekiyordu. Okulumuzu birçok okul ziyarete geldi öğrencilerle sohbet edip madende yakınlarını kaybedenlerin acılarını paylaştılar. Ve bizim acımızı bir nebzede olsa düşürebilmek için bizle çeşitli etkinlikler yaptılar, bizlere hediyeler getirdiler. Ama dediğim gibi böyle güzel şeylerin yaşanması için illa birilerinin canının mı yanması gerekiyor?
Şimdi ise herkes hayatına devam ediyor. Acısıyla, tatlısıyla yaşamaya çalışıyor. Takii Mayıs ayına kadar sanki o mayıs ayı gelince sokaklar hiç olmadığı kadar boş duygular hiç olmadığı kadar temiz oluyor. Sanki güneş o gün gökyüzünde görünmemek istiyor. Ay ise o gece hiç olmadığı kadar parlak hiç olmadığı kadar umut verici oluyor. O ay ışığı sanki bir madencinin kafa lambasından çıkan bir ışık gibi Soma’yı aydınlatmaya çalışıyor. Her Mayıs ayı o tarifsiz acı yine insanın aklına geliyor ve yine herkesin yürekleri ağlıyordu. Her ne kadarda bu acı anlatılmaya çalışılsa da, bu acıyı tarif edebilecek ne bir kelime nede bir cümle bulunabiliyor. Bu acıyı sadece çeken biliyor. Artık madenlerde çalışan insanlarda biraz daha tedirgin, biraz daha korkuyla çalışıyorlar.
Artık madenlerde sıkı hatta çok sıkı tedbirler alınıyor. İnsan hayatı hiç olmadığı kadar önemseniyor. Galiba şirket sahipleri madende 301 kişi şehit olduktan sonra bu önlemleri almaları akıllarına gelmişti. Sanki o madende şehit olan 301 kişi bilerek ölüme sürüklenmiş, evlerine bir ekmek götürebilmek için canlarını tehlike atmışlardı. Her ne kadarda bu vahim olay anlatılmaya çalışılsa da bunu anlatacak ne bir ağız nede bir kalem vardır. Bence her şey olup bittikten sonra insanların bu faciayı tekrar tekrar anlatıp birilerinden suç araması çok yanlış. Mademki bu kadar şeyi birileri biliyordu niye 301 kişinin ölmesine göz yumdular sorusu da insanın kafasına takılmıyor değil.
Dediğim gibi artık her şey boş. Sokaklar boş, okullar boş, otobüsler boş, evler, mahaller boş. Herkes içinde farklı acı kimisi oğluna, kimisi, babasına, kimisi kocasına ağlıyor artık. İşte sözün bittiği yer.
Bir avuç kömür için bir ömür verenlere…